2 Ekim 2012 Salı

OKUL ÖNCESİ DÖNEM ÇOCUĞUNUN SOSYAL VE DUYGUSAL GELİŞİMİ



OKUL ÖNCESİ DÖNEM ÇOCUĞUNUN SOSYAL VE DUYGUSAL GELİŞİMİ




Yrd. Doç. Dr. Dr. Oktay AYDIN

Marmara Üniversitesi

Okul öncesi dönem genel anlamda tüm gelişim alanları açısından temellerin atıldığı bir dönem olup daha sonraki gelişim aşamalarını da belirleyecek bir zaman dilimidir. Beyin, duyu, hareket, zeka, dil, sosyal ve duygusal gelişim alanları okul öncesi dönemde hem gelişimsel hız hem de nitelik açısından oldukça önemli karakteristik özellikler gösterir.

0-6 yaş döneminin bu özelliğinden dolayı, çocukların bilinçli ve profesyonel bir eğitim sürecine girmesi son derece önemlidir. Bir çocuk okul öncesi eğitimden yararlanmamış ve ilk olarak ilköğretim birinci sınıftan itibaren eğitim sistemine girmişse, bir çok açıdan geç kalmış demektir. Yapılan araştırmaların çoğu, okul öncesi eğitim alan ve almayan çocukların gelişimsel özellikler ve akademik beceriler açısından oldukça dikkate değer farklılıkları olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Günümüze kadar çocuğun gelişim alanları açısından yaygın görüş; zeka, zihinsel yetenekler ve bunlara karşılık gelen becerilerin çok daha önemli olduğu şeklindeydi. Çocuğunun zeki olduğunu bilmek ya da çocuğun zekaya ait bir performans sergilemesi anne-baba açısından yeterliydi. Hatta zeka açısından parlak çocuğa sahip olanlar çocuğuna sınıf atlatmayı istiyordu.

Bugün artık sadece zeka ve zekaya ait alanlarda görülen özelliklerin tek başına belirleyici olmadığı bilinmektedir. Çocuğun sosyal ve duygusal yönden gelişimi de en az bilişsel alan kadar önemli olarak kabul edilmektedir. Hatta zeka açısından iyi bir potansiyele sahip bir çocuğun bu potansiyeli açığa çıkarabilmesinde sosyal ve duygusal yönden gelişmişlik düzeyi belirleyici olabilmektedir. Çoğu zaman duygusal yönden olgunlaşmamış, sosyal yönden de yeterince gelişmemiş bir çocuğun bilişsel yeteneklerini fark edip değerlendirmek de mümkün olmamaktadır.

Çocuğun sosyal ve duygusal özelliklerinin ne olduğu, bu özelliklerin doğumdan itibaren nasıl geliştiği, hangi yaşların kritik olduğu hem anne-babalar hem de eğitimciler tarafından bilinmelidir. Unutulmamalıdır ki, insan bir bütündür ve tüm gelişim alanları en az diğeri kadar önemlidir. Ayrıca gelişim alanlarının birbirini etkilediği de dikkate alındığında, sosyal ve duygusal gelişim alanlarının bilinmesi zorunluluğu daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Güven

Güven duygusu kişilik gelişimi açısından en temel kazanımlardan birisidir. 0-2 yaş döneminde temeli atılan güven duygusu, çocuğun temel ihtiyaçlarının giderilmesindeki titizliğe bağlı olarak yerleşir. İhtiyaçlarının giderilmesi konusunda duyarsız davranılması, geciktirmelerin olması bebeğin huzursuzluk ve gerginliğinin artmasına neden olur. Bu tür ihmallerin sıklığının artması güven ya da güvensizlik duygusunun gelişmesinde etkili olur.

Güven duygusunun temeli bu dönemlerde atılsa da daha sonraki dönemlerin de önemi oldukça büyüktür. Güven duygusu ergenliğin bitimine kadarki süre içerisinde sürekli olarak gelişen bir duygudur. Güven ya da güvensizlik duygusundan hangisi baskın olursa, kişilik ona göre şekillenir. Güvensizliğin baskın olduğu kişilikler, strese karşı daha dayanıksız, ruhsal yönden risk altında ve sosyal ilişkilerinde de sorun yaşayabilecek bireyler olabilirler.

Taklit

Sosyalleşme sürecinde bir yaşlarına doğru çocukta taklit davranışı görülür. El çırpıldığında el çırpması, basit jest ve mimiklerin tekrar edilmesi, söylenen sözcüklerin tekrar edilmesi gibi davranışlar şeklinde görülen taklit, bir yanıyla çocuk için eğlenceli bir oyun, bir yanıyla da başkalarına karşı duyarlılık kazanma anlamında değer taşır. Sosyal gelişimde ben ve diğerlerinin ayrışması, davranışlarında diğerlerinin dikkate alınması önemli bir adımdır. Taklit davranışı da bu açıdan değerlendirildiğinde, çocuğun başkalarının farkına varması anlamına gelir. Çocuk dikkatini çeken davranışları tekrar ederek adeta daha sonraki aşamalarda kuracağı özdeşimlere de hazırlık yapar. Özdeşim kurma, bir anlamda kapsamlı bir taklit süreci olarak değerlendirilebilir. Üç aylık dönemde obje-insan ayrımını yapma ile başlayan taklitle devam eden ve özdeşimle üst noktaya ulaşan sosyal içerikli davranışlar, kişiliğin oluşmasında da oldukça önemli bir yere sahiptir.

Negativizm

2-3 yaşlarında görülen ve anne-babaları en fazla zorlayan özellik negativizmdir. Çocuk söylenenin tersini yapar, istekleri söz konusu olduğunda tutturur ve inatlaşır. Bu davranışların psikolojik açıdan değeri, kişiliğin belirginleşmesi ve bireyleşmeye katkısından ileri gelir. Anne-baba için söz dinlememe, huysuzluk, yaramazlık olarak nitelense de, bu davranışlar aslında çocuğun çevresindekilere kendini ispatlaması ve bireysel varlığını kabul ettirmeye çalışması olarak görülmelidir. Bu yaşlardaki bir çocuğun kendini ispatlamak adına seçebileceği fazla yol yoktur aslında. Otorite olarak algıladığı kişilerin istek ve beklentilerine karşı direnmek çocuk için varolmaya çalışmak demektir.

Negativist özelliklerin önemli olduğu dönemlerde ebeveynin en fazla dikkat etmesi gereken konu, çocuğun yaptığına benzer şekilde inatlaşmamasıdır. Karşı inatlaşma davranışı, çocuktaki negativist özelliklerin yoğunlaşmasına ve hatta kişiliğin temel özelliği haline gelmesine neden olabilir. Yapılması gereken en mantıklı davranış, bu tür davranışlar karşısında dolaylı yollara başvurulması ve çocuğun üstüne gidilmemesidir.

Özerklik

Özerklik, kişinin kendine yeter hale gelmesidir. Belki de kültürümüzde en fazla eksikliği hissedilen kazanımlardan biri özerkliktir. Birey olma, bağımsız bir varlık olma, kendine yeter hale gelme küçük yaşlarda özerkliğin kazanılması ve daha sonraki dönemlerde de bu kazanımın geliştirilmesi ile mümkündür. Okul öncesi dönemde çocuğun kendi yemeğini yemek istemesi, çantayı annesinin elinden alıp taşımak istemesi, kıyafetlerini giyip çıkarması, tabağını masaya koyup kaldırması, yere düştüğünde kendisinin kalkması, yatağını toplaması gibi pek çok yaşantı özerkliği pekiştirir. Özerkliğin pekiştirilmesi amacıyla, çocuğa sık sık sorumluluk verilmesi, özbakımına karışılmaması, bireysel etkinlikler yapmasına fırsat verilmesi gerekir.

Özerkliğin gelişmediği durumlarda bağımlılık gelişir. Bağımlılıkta, iradeye dayalı seçim yapma söz konusu değildir. Bağımlı bir kişi, kendi varoluşunu başka kişi ya da kişilere bağlamıştır. O kişi hayatında olmadığında

huzursuzluk, güvensizlik, korku, çaresizlik hisseder. Bireysel sorumluluklarını üstlenmez ve hep başkalarının yardımına ihtiyaç duyar.

Okul öncesi dönemde özerkliğin kazandırılması, kişilik gelişiminde oldukça önemlidir. Bu nedenle mutlaka desteklenmesi ve geliştirilmesi gereken bir özelliktir. Özerkliğin gelişmesindeki en önemli engel anne-babanın müdahaleci ve koruyucu tutumlarıdır. Bağımlılık geliştirmiş çocukların özellikle annelerinde de bağımlılık sıklıkla görülmekte ve bu nedenle de bağımlılığın nesiller boyu devam eden bir kişilik özelliği olduğu ifade edilmektedir. Anne-babanın müdahaleci ve koruyucu tutumları çocuğa hareket alanı bırakmaz ve gerçek durumlarla karşılaşmasını engeller. O nedenle mümkün olduğunca bu tutumlara sahip anne-babaların kendilerini kontrol etmeleri ve çocuklarına gerçek yaşam alanları bırakmaları gerekir.

Korku, Kıskançlık ve Öfke

Çocukların korkuları özellikle 2-5 yaşları arasında çok çeşitlilik gösterir. En sık rastlanan korkular arasında hırsız, hayali yaratıklar, köpek, karanlık, motor gürültüsü, şimşek, ani ses ve yalnız kalma sayılabilir. Kıskançlık duygusu ise ilk olarak anne-babayı, daha sonra kardeşi kapsar. Bu duygunun yaşanması halinde alt ıslatma, tırnak yeme, parmak emme gibi gerileme belirtileri sıklıkla görülebilir. Bir diğer olumsuz duygu da öfke duygusudur. İlk çocukluk yıllarında öfke sıklıkla yaşanan bir duygu olup, genellikle beş dakikadan daha uzun sürmez. Öfke duygusu engellenme, yetersizlik ve başarısızlık sonrasında ortaya çıkar ve çocuklar için bir çok yaşantı bu tür sonuçları doğurabilir. Anne-babalar çocuğun olumsuz duyguları karşısında, serinkanlı, tutarlı ve kararlı olmaları, bu duyguları tahrik edecek ortamların çok fazla oluşmasına fırsat vermemeleri gerekir. Ancak unutulmamalıdır ki, olumsuz duygular da olumlu duygular kadar insan hayatında vardır ve yaşanması son derece doğaldır. Önemli olan, olumsuz duyguları yaşama sıklığı ve şiddetinin çok fazla olmamasıdır. Aksi halde bu duyguların kişiliğin temel özellikleri haline gelmesi söz konusu olur ki, gelecekte ruhsal sağlık açısından riskli sonuçlar ortaya çıkabilir.